Oysa Demirel, Başbakanlığı döneminde Kahramanyol Hoca’yı Balkan Danışmanı yapmıştı. Kendisine önemli görevler vermişti. Bunların tamamı da layıkıyla yerine getirilmişti.
Kahramanyol, iyi ve nitelikli bir askerdi. Bosna’da Sırplar tarafından kuşatılan Müslüman Boşnaklara ciddi destekler verdi. Bu yüzden Sırplar tarafından “Milli Düşman” ilan edildi. Öldürülmesi, yok edilmesi için özel timler kuruldu.
Normal şartlarda ödüllendirilmesi gerekirken, O Ordu’dan ihraç edildi. Çünkü, dönemin kriterlerine uymuyordu. Namaz kılıyor, oruç tutuyordu. Katıldığı davetlerde içki içmiyordu. Ayrıca NATO subayı da değildi. Milli ve yerli bir isimdi. Ülkesinin çıkarlarını her şeyden üstün tutuyordu.
İhraç edilmesine yol açan “istihbarat raporu”nda çok ilginç bir suçlama vardı. Evinde doğal gaz dönüşümü yaparken, boşa çıkan kazanı mahalle camisine bağışladığı belirtiliyordu. Bu ve benzeri davranışları yüzünden “disiplinsizlikle” suçlanıyordu.
Olayın ardından Balkan Dernekleri Federasyonu, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’e bir yazı yazdı. Mustafa Kahramanyol’un vatansever özelliklerinin altı çizilip, “neden” diye soruldu.
Verilen cevap ilginçti…
Demirel de Kahramanyol’un iyi bir subay olduğundan bahsediyordu. Vatanseverliğine bizzat şahit olduğunu ortaya koyuyordu. İhraç sebebini ise açıklayamıyordu. Sadece, “olay çok karışık” ifadesini kullanıyordu.
***
Yıllar sonra Mustafa Kahramanyol, Süleyman Demirel’i bir başka vesile ile Güniz Sokak’taki evinde ziyaret etti. O dönemde Demirel’in süresi bitmişti. Artık Cumhurbaşkanı değildi.
Kahramanyol, bir ara “Sayın Cumhurbaşkanım” dedi:
-Yüksek Askeri Şura’da size ne anlattılar ya da önünüze ne koydular da benim ihraç kararımı imzaladınız?
Demirel, “Bak doktor” cevabını verdi:
-Ben bu ülkede başbakandım. Seçimle gelmiştim. Kulağımdan tuttular, görevimden aldılar. Sonra uzun süre dört duvar arasına hapsettiler.
Ardından ekledi:
-Bana yapılanları düşünürsen, sana yapılanın ne olduğunu anlarsın.
Belli ki Demirel o kararı istemeden, baskı altında imzalamıştı. Sözlerinden o anlam çıkıyordu. İşte geçmişte Yüksek Askeri Şura kararları böyle alınıyordu. Asker, Anayasa’ya göre “başkomutan” sıfatına sahip olan Cumhurbaşkanlarına baskı ile imza attırıyordu.
Kendilerine göre bir düzen kurmuşlardı. Ellerindeki silah gücünü kullanarak, Anayasa’yı çiğniyorlardı. Direnen olursa da Demirel’in dediği gibi kulağından tutup, dört duvar arasına hapsediyorlardı.
İşte Türkiye o günlerden bu günlere geldi. Üstelik, bu kolay olmadı. Çok ağır bedeller ödendi. Üzerinde iyi düşünmek ve değerini bilmek lazım!
***
Sadece bu kadarla da kalmıyordu. Her konuda dayatmalar vardı… Türkiye’nin koalisyonlarla yönetildiği dönemde ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz’la bir araya gelmiştim. Türkiye yeni bir seçimden çıkmış ve kurulacak hükümet için senaryolar üretiliyordu.
Kendisine ne yapacağını sordum. “Asker” dedi:
-Erbakan’ı ve Refah Partisi’ni istemiyor. O yüzden diğer alternatifler üzerinde çalışacağız.
Bunları alt alta koyunca, Türkiye’nin bugün geldiği noktanın değeri daha iyi anlaşılıyor. Bakın, bir Askeri Şura toplantısını daha geride bıraktık. Geçmişteki o sıkıntıların hiç birini yaşamadık. Olması gerekenler, olması gerektiği gibi gerçekleşti. Gelinen bu noktada tekrar geriye dönüyor ve diyorum ki…
Acaba 28 Şubat dönemi için bir Kanun Hükmünde Kararname çıkarılamaz mı? Bundan 20 yıl önce büyük haksızlığa uğrayan insanların itibarları iade edilemez mi? O haksızlığı yapanların da “emekli general” sıfatları ellerinden alınıp “vatandaş” olmaları sağlanamaz mı? Böylece taşlar yerine daha iyi oturmaz mı?
Akşam
5 Ağustos 2017
YORUMLAR
717 kez izlendi
781 kez izlendi
556 kez izlendi
2080 kez izlendi
YORUM YAPIN
Yorumlarınız editörlerimiz tarafından okunup onaylandıktan sonra yayına alınacaktır.