GÜNCEL

Salih Tuna : Ben böyle hasret görmedim

Tarih
16 Kasım 2014
İzlenme
Kişi
Yazar
Salih Tuna

16 Kasım 2014...
Türkiye’yi ‘şeriat uygulanıyor’ diye ABD’de jurnalleyen, Türkiye’de de “şeriat istiyorum” diye hançeresini yırtarcasına bağıran o insan evladına muttali olunca aklıma Muhsin Yazıcıoğlu geldi.

Bir vesileyle laf (5,5 yılı hücrede olmak üzere 7,5 yıl Mamak’ta) Cezaevi’nde yattığı yıllara gelmişti de ‘Uluslararası İnsan Hakları Örgütüne’ başvurup başvurmadığını sormuştum.

Merhum Muhsin Başkan, işkenceleri soruşturmak için o tür örgütlerden hapishaneye ziyarete gelen heyetlerin olduğunu ama ülkesini kötü göstermemek için hiçbir zaman çektiği işkencelerden bahsetmediğini dile getirmişti.

Milli duruşun şahikası buysa, gayri milliliğin çukur noktası da, Türkiye’yi şeriat üzerinden yurtdışında suçlayıp yurtiçinde şeriat istiyorum demektir.

Ne demişti Necip Fazıl “Sakarya Türküsü’nde, ‘Oluklar çift; birinden nur akar, birinden kir.’

Solcu sağcı, İslamcı, Alevi Sünni, Kürt Türk bu ülkeden sürgün edilenler oldu, vatandaşlıktan çıkarılanlar oldu, on yıllarca bu ülkeye giremeyenler oldu.

Hiçbiri ama hiçbiri ‘paralel örgüt mensubu’ malum şahıs kadar mürai, ikiyüzlü, velhasıl, malum şahıs kadar pespaye olmadı.

Ah asalet!

Ah bizi biz kılan mana!

Ah vatan hasreti çeken bu toprakların çocukları...

Bundan 5 yıl mukaddem ‘Diyeceğimi dedim ya oh be!’ başlıklı yazımda bu soylu hasreti dile getirmiştim:

‘Memleketine duyduğu hasret, annesinin cenazesine gidememenin öfkesine karışır, gözlerinden yumruk gibi yaşlar boşalırdı. Hele bir de ‘Kınayı getir aney’ türküsünü çığırışı vardı ki; olursa o kadar olurdu!

Türkiye’ye girmesi kesinkes yasak siyasi bir suçluydu. Dile kolay; vatanından tam 10 yıl ayrı düşmüştü!

Uzaklardan da olsa Türkiye’yi seyredebilmek, kokusunu almak için memleketinin, kimi zaman Viyana’dan kalkıp Girit’e, Semadirek’e giderdi.

Yazık ki yazık, ciğerleri hasret ateşiyle daha bir kavrulur, ruhunun derisi yanardı.

‘Ya beni sararsa / Memleket hasreti...’ diye diye ölen Ahmet Kaya’dan daha ‘beterdi’; her gün ölürdü 10 yıl boyunca!

Bu hasrette boğulmaması için aşka ‘sığınmasını’ önerdiğimde; ‘denedim’ dedi, ‘bir yangından bir yangına kaçar gibi denedim, ama olmadı!..’

Olmamıştı!..

Çünkü her fırsatta Türkiye’de bıraktığı ‘sevgilisini’ anlatmıştı kızcağıza.

‘Onun yerinde olmak isterdim...’ tepkisini alınca da, sevilmeyi, sevmenin bodrumuna göndermişti: ‘Onun yerinde olmak, onu sevmenin yanında nedir ki!..’

Sustum...

Sevdasını memleketine, memleketini sevdasına ‘dönüştüren’ bir adama ne diyebilirdim ki!..

O akşam, lapa lapa kar yağıyordu Viyana’ya.

Arabamızın teybine ‘Kalinka’yı koymuş, Innere Stadt’tan Liesing’e kadar bütün bir Viyana’yı gezmeye koyulmuştuk. (Aklınızda bulunsun; bir gün yolunuz düşerse Viyana’ya, yanınızda ‘Kalinka’ bulunsun. Ola ki kar yağar ve ola ki çıkarsınız meydanlara. Pavorotti de idare eder diyeceğim, ama, akşam vakti kar yağarken ‘Kalinka’ başka. )

Donaustadt’a varmadan, bir arkadaşının o kadar ilginç bir anısını anlattı ki, mıh gibi aklımda tutarım hâlâ.Türk olduğu halde Türkçeyi doğru dürüst konuşamayan, Viyana’da doğmuş büyümüş, mavi gözlü, sarı saçlı bir arkadaşının anısını. Dış görünüşüyle tam bir Viyanalıymış; en azından kimse Türk diyemezmiş ona. Zaten Avusturyalılardan ibaretmiş çevresi. Öteki olmamak, dahası, tastamam onlardan biri sayılmak için ne varsa yapmış; adını bile değiştirmişti..

Ne ki, gün gelmiş bir tartışma çıkmıştı aralarında; sıradan bir tartışma.

Lakin tartışma alevlendiğinde ‘Türk değil misin!..’ yollu bir aşağılanmaya maruz kalmıştı!

Yani, ömür boyu ‘kaçtığına’ hiç ummadığı bir anda ‘yakalanmıştı.’

Hulasa, Sartre’ın ‘Yahudilik Sorunu’ndaki o Yahudi çocuk gibi kimliğiyle yüzleşmek zorunda kalmıştı. ‘Türk’üm...’ demişti en sonunda, ‘Türküm ve Müslüman’ım...’

Liesing’e varmıştık; dışarıda hâlâ kar yağıyordu...

Metroda her yer boş olsa da, hep ayakta yolculuk yapmayı tercih etmesinin nedenini tekrar sordum. Her defasında ‘Sonra anlatırım...’ diyerek geçiştirdiği bu sorunun cevabını, oturacak yer kalmadığı için ayakta kalan Avusturyalı bir gencin, ‘sen oturduğun için ben ayaktayım’ dercesine sitem dolu bakışına bağladı.

Ayakta kaldığı her an, her dakikanın memleket hasretini çoğalttığını söyledi.

Ve, ‘hasretimin yangınını hasretle yakarak durabiliyordum ayakta’ derken, gözyaşlarını tutamadı, ağladı.

O ağlayınca...

Arabamızın içine kar yağmaya başladı; tıpkı Tarkovski’nin ‘Ayna’sındaki o evin içine yağan yağmur gibi...

Üzerimize kar yağarken geldi buldu bizi Nazım’ın mısraları: ‘Memleketim, memleketim, memleketim / Ne kasketim kaldı ora işi / Ne yollarını taşımış ayakkabım...’

Sonra...

Kendi memleketinde ‘parya’ muamelesi gören insanlar geldi aklımıza.

Ölmeseydi hapse atılacak olan üstadımız Necip Fazıl mesela...

Kar dinmişti Viyana’da; lakin arabamızın içine yağıyordu hâlâ.

Vatandaşlıktan çıkarıldıktan yıllar sonra memleketine dönen Cem Karaca’nın ‘Ben döneksem döndüm diye memleketime / Döndüm baba döndüm işte, oh be!..’ haykırışını hatırladık sonra...

Nazım Hikmet’ten Ahmet Kaya’ya, Cem Karaca’dan Necip Fazıl’a kadar bu ülkenin bütün değerlerini, bu ‘memleketin değeri’ sayan ‘dönemin Başbakanı’nın 26 Mart 1999’da Pınarhisar’a götürülüşünü de siz unutmamışsınızdır değil mi?

Şimdi yine ‘yandaş’ diyecekler ya!

Desinler...

Ben dedim ya diyeceğimi, oh be!’

 Yenişafak

YORUM YAPIN

Yorumlarınız editörlerimiz tarafından okunup onaylandıktan sonra yayına alınacaktır.

Hiç yorum yapılmamış

YAZARIN DİĞER MAKALELERİ Tümü
BU KATEGORİDEKİ DİĞER MAKALELER

Copyright © 2024 Sesli Makale - Tüm Hakları Saklıdır.

Rta Yazılım

; ;