SİYASET

Abdurrahman Erzurum : “SUÇSUZ KADIN”

Tarih
18 Ocak 2016
İzlenme
Kişi
Yazar
Abdurrahman Erzurum

“Şu an sanık sandalyesinde oturan bu masum görünümlü kadın, aslında melek yüzlü bir şeytandır. Bu kadın bir cemiyet düşmanıdır, namuslu insanların arasında yeri olmamalıdır.”

Bu replikleri hepimiz en az bir kere izlemişizdir ünlü Yeşilçam filmlerinde. Hepimizi çok kızdıran ve üzen bir sahnedir bu. Çünkü izleyiciler olarak o kızın suçlu olmadığını, evin yaramaz kızı tarafından iftiraya uğradığını, asıl suçlunun başkası olduğunu biliriz. Ama kız bir türlü çıkıp “Ben suçsuzum, asıl suçlu şu kişidir” demez, öyle kaderine razı şekilde boynunu büker durur.

Kalp krizi geçirecek gibi olan büyüklerimizi yatıştırmak için “bu sadece film” derdik ama sadece film değilmiş, sonradan anladık.

Yüksek lisansımı yaparken, filmler üzerinden Türk yakın tarihini anlama fikri ve heyecanı dolasıyla  Türk sinemasında 'YEŞİLÇAM' dersinin bu konuda büyük emeği vardır üzerimde. Filmler bir milletin ana duygusudur bence.

Ben inançlı kesimleri, Türkiye’yi ve dünyadaki tüm Müslümanları hep bu kıza benzetmişimdir.

Hep suçludurlar, hep kötüdürler.

Bu alanın içine ilk 12 Eylül öncesi ülkücüler girmiştir. Birilerine göre haksızdırlar, hep suçsuz gençleri öldürmüşlerdir. Binlerce katliamın sorumlusudurlar. 1 Mayıs 1977, 16 Mart 1978, 17-20 Nisan 1978, 4 Eylül 1978,  8 Ekim 1978, 19-26 Aralık 1978, 3-4 Temmuz 1980, 11 Temmuz 1980 gibi bir çok katliamın sorumluları onlardır.

Buna rağmen kaynaklara göre 4 Ocak 1968’te Ruhi Kılıçkıran adlı bir ülkücüyle başlayan ve 3 binin üzerinde olduğu belirtilen ülkücüleri ise karşıt gruplar öldürmemiştir. O zaman H1N1 virüsü var mıydı ki…

Ben burada öldürmüştür, öldürmemiştir, haklıdır haksızdır demiyorum. Benim parmak bastığım nokta, olayların hep tek taraflı verilmesidir.

Hep ağıtlar sola yakılır, hep kitaplar onlara yazılır, hep sinemalarda onlar haklıdır, sağ görüşlüler çirkin ve kötüdür.

Siz Türk sinemalarında hiç yakışıklı bir imam gördünüz mü? İnançlı kişiler hep kötü ev sahibidir, karaborsacıdır, tefecidir. Sevimsiz karanlık tiplerdir hep.

12 Eylül’den sonra ülkücülerin aradan çekilmesiyle, bu örgütler bu sefer karşılarında sadece devleti buldular. Bu sefer hedef, devlet ve onun güvenlik güçleri oldu. TİKKO, DHKP-C ve PKK gibi örgütlerle savaşan güvenlik güçleri hep aynı güçlerin eleştirilerine maruz kaldılar.

Kadrolarında gazeteciler vardı, sanatçılar, şairler, sinemacılar, yazarlar, oyuncular ve akademisyenler…

Ellerindeki gazeteler, dergiler, televizyonlar ile olayları hep istedikleri gibi yansıttılar,

Sinemalarında ve dizilerinde bile kendilerini istedikleri gibi anlattılar. Hep masum, haklı ve zararsızdılar. Mizahı iyi kullandılar.

Uzun zaman önce yazılmış bir projeydiler, yazarları, şairleri, oyuncuları çoktu. Eserlerinde hep kendi PR’larını çok iyi yaptılar.

Dışarıda da uzantıları vardı, onlar da dünya üzerinde tüm medyaya, sanata ve bilgiye sahipti, başları sıkıştığı anda gazeteleri ve dergileri ile bizimkilerin imdadına koşarlardı.

40 bin kişinin katili eli kanlı bir örgüt ile ilgili bir röportaj yaparlar, bir belgesel çekerlerdi ki, özel harekâtçı olsan dayanamazsın dağ kadrosuna katılmaya çalışırsın. “Masum, genç kadın savaşçılar bağımsızlıkları için savaşıyorlar, katil devlet de onları durduk yere katlediyor” algısını hem yurt içi hem de yurtdışında empoze ederlerdi.

Ölüler de onlar için aynı değildir. Kim olduklarına bakılır, bir asker, bir polis ise önemli değildir. Dünyanın herhangi bir yerinde yaşayan bir Müslümansa kıllarını dahi kıpırdatmazlar.

Ölen kendilerinden ise öyle kampanyalar yaparlar ki, keşke şu ölenin yerinde ben olsaydım dersin. Adın ölümsüzdür, sonsuza kadar yaşarsın. Ölüm günlerinde öyle güzel anma törenleri olur ki “vay be ben neymişim” dersin mezarında.

Yapmayın canım unutmuş olamazsınız, iki sene önceki Gezi olaylarını hatırlayın. Yaşanan tiyatro aradan geçen zaman dilimi sonrası şimdi çok daha iyi anlaşılıyor.

Gerçekten bir çocuk olarak, insan olarak çok üzüldüğümüz kayıplarımıza bakın. Hepimizin kafasına kazınan isimleri hatırlayın. Onlar için yazılmış senaryoları düşünün. Bestelenen şarkılar, çekilen kısa filmler, kitaplar, karikatürler, yazılar, dış ve iç destekçiler, oyuncular, sanatçılar, mankenlerin neden ve nasıl olayların vitrini olduklarını araştırın. Akademisyenlerin, çeşitli meslek oda ve kurumlarının, derneklerin yüksek perdeden açıklamalarını bir kez daha okuyun.

Başta twitter olmak üzere sosyal medyayı nasıl kullandıklarını çok yakından takip eden birisi olarak bu konunun ileride kitap olarak incelenmesi gerektiğini düşünürüm. Başta paylaşılan haber ve bilgiler çok sayıda kişiye ulaştığı için olumlu etki yaparken, çoğunun yalan olduğunun ortaya çıkarılması ters etki yapmış ve sosyal medyanın inandırıcılığına büyük darbe vurmuştur.

Neyse gelelim günümüze;

Ülkemiz son günlerde suçlu kadın rolüyle yine karşı karşıya kalmıştır. Hani Erol Taş gibi Hulusi Kentmen gibi bazı oyunculara bazı roller yapışıp kalır ya... Güvenlik güçlerimize de yine aynı rol düşmüştür.

Geçtiğimiz hafta 11 Ocak günü ‘Barış İçin Akademisyenler Girişimi’ tarafından “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı bildiri yayınlandı.

Bildiride “...Devletin Cizre, Dargeçit, Silvan, Silopi, Sur ve daha birçok yerde başta Kürtler olmak üzere tüm vatandaşlarına karşı işlediği suçlara ortak olmayacağız diyoruz. Devleti bu bölgelerde işlediği suçlardan sorumlu tutuyoruz” deniliyordu.

“Türkiye yerleşim yerlerine ancak bir savaşta kullanılacak ağır silahlarla saldırarak, yaşam hakkı, özgürlük ve güvenlik hakkı, işkence ve kötü muamele yasağı başta olmak üzere anayasa ve taraf olduğu uluslararası sözleşmeler ile koruma altına alınmış olan hemen tüm hak ve özgürlükleri ihlal etmektedir” denilerek ilgili uluslararası kuruluşlar da olaya el koymaya çağırılmaktaydı

Evet yine olay aynı, olayın tarafları devlet ile terör örgütü. Yine 1950’lerden beri başlayan bir ekolün savunucuları bugüne kadar defalarca uyguladıkları bir senaryoyu sahneye koyuyorlar.

“Katil devlet, elini mazlum milletten çek”

Yine yalnız değiller, dışarından destekçileri sahnede.

Erdoğan’ın davetini kabul etmeyen ve HDP tarafından Cizre’ye davet edilen Noam Chomsky'nin Guardian'a yolladığı bir elektronik postaya bakalım.

"Türkiye'ye gitmeye karar verirsem, bu onun davetiyle değil daha önce sık sık olduğu gibi aralarında yıllardır ciddi bir saldırıya maruz kalan Kürtlerin de aralarında bulunduğu cesur muhaliflerin davetiyle olacak" diyor.

Chomsky daha sonra, 100 kadar yabancı akademisyeni de yanına alarak, “Bütün bu olanların sona ermesi gerekiyor, Türkiye hükümeti ateşle oynuyor. Kürtlere baskıya ve IŞİD’e desteğe son verin. Türkiye ayrıca iddiaların araştırılması için tanınmış aydınlardan, hukukçulardan ve demokratik hak savunucularından oluşacak bağımsız bir uluslararası soruşturma komisyonu kurmalı” diyerek olayı daha da derinleştirdi.

Ardından içerden 400’ü aşkın sinemacı ve 552 edebiyatçı hemen destek kuvvet olarak olaya dâhil oldu.

İstanbul Tabip Odası bir açıklamayla bildiriye destek verdi.

Feministler “barış istiyoruz” diyerek cephede en güçlü şekilde yerlerini aldılar.

2000 tane avukat bildiriye destek verdiğini yaptıkları eylemle duyurdu.

Derken eksik bir halka var deniyordu ki CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu; “Nasıl oluyor da akademisyenlerin kapılarına polisleri gönderip gözaltına alıyorsunuz” deyince ekip tamamlanmış oldu.

Peki sonuç ne oldu?

Bu güne kadar bir defa dahi, Gazze için, Myanmar için, Mısır’daki darbe mağdurları için, Uygur Türkleri için etkili hiçbir eylem planlamayan, şehit olan bir asker veya polis için en ufak bir açıklama yapmayan bu odaklar ilk kez bu kadar zayıf, ilk kez kendilerini bu kadar sahipsiz hissettiler.

Gezi olaylarında, çok güvendikleri televizyonlar penguen belgeselleri yayınlarken “ne oluyoruz” demişlerdi ama ilk kez bu kadar net anlıyorlar. İlk kez savunmaya geçiyorlar. Eylemlerinin karşısında aksi ses duymaya alışık olmadıklarından, yurt içi ve dışından gelen karşı bildirilere şaşıyorlar.

Devletini, güvenlik güçlerini seven akademisyenlerin, sanatçıların bu kadar çok olduğunu tahmin etmiyorlardı. Yine bildirimizi okur, bizim medyamızdan reklamını yapar, sanatçılarımızla destekletir, topluma mal eder ve başarıya ulaşırız zannediyorlardı ama olmadı.

Büyük bir ihtimalle gezi olaylarında rüzgâr tersine döndü.

Müzik, tiyatro, sinema, şiir, edebiyat ve her türlü sanat dalında sağduyulu, irfan sahibi kadrolar geliyor.

Medya artık tek taraflı değil, tertemiz yayınlar yapan TV kanalları, dergiler, gazeteler, haber siteleri her geçen gün artıyor.

Sosyal medyada uydurulan bir yalan çok değil yarım saatte ortaya çıkarılabiliyor. İstediğiniz kadar sosyal medya kampanyaları yapın, çalışmaları hemen aksiyle karşılığını buluyor.

Artık yazının başındaki bahsettiğim masum kız uyandı, hakkını savunuyor. “Ben suçsuzum” diyebiliyor.

Her şey; televizyonlarda masum kız için sessizce ağlayan bu milletin ”Artık yeter” demesiyle başladı  ve her gün daha da iyiye doğru gidiyor.

Ajanshaber
18 Ocak 2016

YORUM YAPIN

Yorumlarınız editörlerimiz tarafından okunup onaylandıktan sonra yayına alınacaktır.

Hiç yorum yapılmamış

YAZARIN DİĞER MAKALELERİ Tümü
BU KATEGORİDEKİ DİĞER MAKALELER

Copyright © 2024 Sesli Makale - Tüm Hakları Saklıdır.

Rta Yazılım

; ;